Bianet’in 90’ların Hak Mücadeleleri dizisi üzerine çalıştığım iki aydır 90’larda yaşıyorum.
Bu süreçte gazete arşivleri, kitaplar deşildi, Bianet’in telefon defterleri seferber oldu, onlarca kişiyle röportaj yapıldı. Belki en zoru da ‘90’larda kadın mücadeleleri’ gibi başlıkları sıkılgan internet okurunu kaçırmayacak şekilde kısa ve öz yazmak oldu.
Nadire Mater çözüm olarak başlıkları parçalara bölmeyi önerdi, sonuçta ortaya 30 yazıdan oluşan bir dosya çıktı: Bir Dakika Karanlık, ilk vicdani retçilerin mücadelesi, Manisalı gençler davası, Meclis’te harçlara karşı pankart eylemi, Bergama altın madeni direnişi, Park Otel’in yıkılması, Ünaldı dokuma sanayi grevi, kadın mücadelesi, LGBTİ örgütlenmeleri, basın özgürlüğü, Yaşar Kemal’ bir yazısından dolayı yargılanınca başlatılan ‘Düşünceye Özgürlük’ eylemleri, Barış Anneleri, başörtüsü yasağına karşı İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin örgütlediği ‘barış zinciri’...
Sıcak haber yazmaya alışık bir gazeteci olarak tarih araştırması yapmak - yakın tarih de olsa - oldukça farklı, bambaşka zorlukları var. Haberde yerinde görüyor, bilgiyi anında teyit ediyor ve gazeteye dönüp yazıyı çıkartıyorsunuz. 90’lar yazı dizisini hazırlarken en zorlandığım bilgileri teyit etmekti.
Örneğin 28 Şubat’tan sonra ‘1000 yıl sürecek’ diye bir söz söylenmemiş. Genelkurmay eski Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun 28 Ocak 1999 tarihindeki MGK toplantısında söylediği cümlenin aslı yıllar sonra bir haber için kayıtlardan bulunup çıkartılıyor:
“Bu 10 senedir, 20 senedir, 100 senedir veya 500 senedir. O nedenle 28 Şubat defteri, irtica devam ettikçe asla kapanmamalıdır diye düşünüyoruz.’’
Yazı dizisini hazırladıktan sonra gazetelerde çıkan haberlere iyice güvensizleştim. Bir hafta içinde aynı gazetede bile farklı farklı haberler çıkmış. Özellikle de dava haberlerinde doğru veriye ulaşmak çok zor oldu. Susurluk’taki yargılamaların nasıl sonuçlandığını bulmak 10 saatten fazla vakit aldı.
Ne yazık ki yanlış bilgi yayıldıkça yayılıyor ve her yerde tekrarlanıyor. Ben de bu yanlış bilgi zincirine takılmamak konusunda oldukça zorlandım. Birkaç farklı kaynaktan teyit edemediğim her bilgiyi gazete haberinin kaynağını göstererek yazdım. Sonuçta haberlerin altında uzun dipnot listeleri oluştu.
Araştırma sürecine dair son tespitim de arşivlerin ‘uçuculuğu’. Fotoğraf istediğimiz çoğu kişi öncülük ettikleri eylemlerden tek bir fotoğrafını bulamadı. Kitap yazanlar bile yayınladıkları fotoğrafların orijinallerini kaybetmiş. Bu konudaki ütopik önerim, birkaç senede bir gönüllü arşivcilerin kapı kapı dolaşarak fotoğraf toplamaları ve bunları silinmeyecek şekilde arşivlemeleri, internette paylaşmaları.
90’ların öğrettikleri
Gelelim 90’lardan öğrendiklerime. Bir yandan ‘90’lara dönüyoruz’ derken kastedildiği gibi çok sert, kanlı, acı yıllar. Faili meçhullerin, sokak ortasında vurulan gazetecilerin sıradanlaştığı yıllar. Kadınların çalışmak için kocadan izin almalarını gerektiren kanunun 90 Aralık’a kadar yürürlükte olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Sanki başka bir yüzyıldan kalma gibi, ama değil. Sadece 25 sene önce…
Bunun gibi bazı vakalar bugünden çok farklı. Ama bazıları de o kadar alışıldık, o kadar ‘bugün’ki… 96’da Antep Valisi olan Muammer Güler’in feci çalışma koşullarına isyan ederek iş bırakan Ünaldı dokuma işçilerine ‘çapulcu’ demesi, Liverpool liman işçileri dayanışmaya gelince basının ‘dış mihrak’ yaftası yapıştırması…
O günkü suçların cezasını çekmeyen de çok: Transları Ülker Sokak’tan bin türlü işkenceyle uzaklaştıran emniyet müdürü Hortum Süleyman lakaplı Süleyman Ulusoy hala cezasız. Susurluk’tan sağ kurtulan tek kişi olan Sedat Bucak bir gün cezaevinde yatmamış. Mehmet Ağar başta olmak üzere Susurluk’a bulaşan isimler bugün de 90’lardaki faili meçhullerden yargılanıyor. Hala Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam eden davanın takipçisi olmak bu yüzden de önemli.
O günden bugüne ne değiştiği konusunda bir diğer tespitim de sol hareketlerin içinde yaşanan dönüşüm oldu. O zamanlar mücadele anlayışı farklıymış. Meclis’te harçlara karşı pankart eylemini yapan öğrencilerden Özgür Tüfekçi, sol çevrelerin harç eylemlerini zamanında ‘revizyonist’ bulduğunu ve önemsemediklerini anlatıyor. Vicdani ret meselesinde de benzer tepkiler verilmiş. Ekoloji mücadeleleri küçümsenmiş. Feministler sosyalist mücadeleyi ikinci plana atmakla suçlanmış. Birçok insan hakkı kuruluşu LGBTİ’lerin yüzüne kapı kapatmış.
Bugün tüm bu gruplar, hak ve özgürlükler için verilen mücadelelerin başını çekiyor. Gezi’de de hepsinin yollarının kesiştiğine şahit olduk.
Her eylemi bir ‘müsibet’ tetikliyor
90’ların sivil itaatsizlikleri, hak mücadeleleriyle ilgili yazı dizisini ilk duyduğumda ‘olumlu, ilham verecek bir şeyler’ yazacağım diye sevinmiştim. Ancak bu ‘ilham verecek’ mücadelelerin neredeyse tümünün olumsuz bir gelişme yaşanınca tetiklendiğini sonradan fark ettim. Bir gazeteci öldürülüyor, maden ocağı açmak için binlerce ağaç kesiliyor, başörtüsüyle okula girmek yasaklanıyor, seks işçilerine tecavüzde ceza indirimi veren bir kanun çıkıyor… Aynı Gezi’de olduğu gibi yani.
Elbette bu kadar siyah beyaz değil, yani ‘olumsuz gelişme’ yaşanana kadar ortada mevcut bir örgütlülük yoksa tepki de oluşamıyor çoğu örnekte.
‘Gezi’den sonra bir şey değişmedi’ diyenlere cevap
90’ların yazı dizisi sayesinde ‘‘Gezi’den sonra da bir şey değişmedi’’ yorumlarına verilecek bir cevabım da oldu. Mücadelelerin sonuçları bazen yıllar sonra anlaşılabiliyor.
Örneğin Bergama’daki altın madeni bir türlü kapatılamamış ama eyleme katılan kadınlar müthiş bir değişim yaşamış, özgürleşmiş. Eskiden ehliyet alsalar ayıplanacaklarını anlatan kadınlar eylemlerde kamusal alanda söz söylemeye alışmış ve alıştırmış, örtünmek için yıllardır kullandıkları kıvrakları bile eylemlerde çıkartmışlar. Sadece bu değil, Bergama davalarından sonra çevre hukukunda da önemli değişiklikler olmuş. Bence en önemlilerinden biri, yol kapatan köylülerin davasında mahkemenin ‘gösteri yürüyüşlerine aykırı değildir, hak mücadelesidir’ minvalindeki kararı.
Aynı şekilde Manisalı gençler davasından sonra işkence cezaları ağırlaşmış, zaman aşımı kalkmış. Gazeteci Metin Göktepe’nin öldürülmesiyle aynı sırada yaşanan bu gelişmeler sonucunda kamuoyuna polis şiddetine karşı bir hassasiyet gelişmiş. Ana akım medya işkenceyi görmeye başlamış.
Özgür Gündem’in Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Işık Yurtçu’nun serbest bırakılması mücadelesinden sonra hapis gazeteciler de ana akım medyada farkedilmiş.
Aynı Gezi’den sonra her mahallenin kendi kamusal alanına, parkına, ağacına sahip çıkması gibi.
Kazanımlar saymakla bitmiyor aslında. Antep Ünaldı’daki 20 bin dokuma işçisinin direnişi sendikalaşmaya evrilememiş ama bugün Antep’te OSB’lerde çalışan çoğu işçinin sigorta girişi 96 Temmuz’u, yani grevin başarıya ulaştığı günü gösteriyor.
Göktepe’nin faillerinin cezalarını çekmesi, Yurtçu’nun cezaevinden çıkartılması için verilen mücadele sonrasında ortaya 90’ların - belki de Türkiye tarihinin - en ciddi gazeteci örgütlenmesi olan Gazeteciler Meclisi çıkmış...
Aslında yazdığım tüm konular arasında bugününe dair en umutsuz olduğum konu basın özgürlüğü oldu. Yurtçu’dan Göktepe’ye ve Gazeteciler Meclisi’ne tüm örgütlenmelerin içinde yer alan gazeteciler bugün ana akımdan tamamıyla dışlanmış durumda.
93’te Onur Yürüyüşü, Vali’nin ‘genel ahlaka uygun değildir’ yasağı ve polis saldırısı üzerine yapılamayınca ciddi bir moral bozukluğu yaşanmış. Ancak olaydan kısa bir süre sonra LAMBDA kurulmuş. 10 sene sonra 2003’te 40-50 kişiyle yapılan Onur Yürüyüşü artık gökkuşağı bayraklarıyla İstikal’i dolduruyor.
O zamanlar tüm bu mücadeleleri yürütenler bir avuç insanmış. Her eylemde aynı insan hakkı savunucularınun isimleri geçiyor. Kadın örgütleri, ekoloji hareketi bugün çok daha yaygın. 90’larda vicdani retçilerin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyorken bugün kadınların da katılımıyla 400’ün üzerine çıkmış durumda.
Ancak başarıya ulaşan tüm mücadelelerin uzun soluklu olduğunu hatırlamak önemli. Hiçbir şey tek günde değişmiyor malum. Avukat Sabri Ergül, Manisalı gençler davasını sekiz sene takip etmiş. Yıllar sonra polislere tutuklama kararı çıkınca bu sefer polislerin vize alıp yurtdışına çıkamamaları için tek tek elçiliklere başvurmuş. Aynı şekilde Bergama altın madenine 94’teki ilk davayı açan avukatlar hala işin peşinde. Bugün Bergama’daki diğer altın madenlerinin de kapatılması için mücadele ediyorlar.
Kısacası: durmak yok, mücadeleye devam!